Dar kapısından başka
aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz
kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı
andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir
pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve
namluları tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün
kazanmıştı. Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların,
saldırmaların, yatağanların üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını arıyorlardı.
O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık
bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı
vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz,
durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı.
Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez,
müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür,
dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte
onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir
çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş
garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu
davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan
bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları
bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması
herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.
- Bizim Ali…
- Bizim koca usta…
- Dünyada eşi yoktur…
- Zülfikâr’ın sırrı
ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en
katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatansanatını kimseden öğrenmemiş, kendi
kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının
başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir
vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek,
büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında “başkasına gönül borcu
olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi.
Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler,
dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da yaşlı bir
demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı kent kalmadı.
Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının
teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi,
para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe
çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar
yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü
duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç
durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar
parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu
düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla
örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
- Tak!
- Tak, tak!…
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah
namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün
yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici
bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı
akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir
takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı.
Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını
iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü…
Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi
sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını
okurdu.
Koca Ali mescide girince
her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam
ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının
yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye
kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar
Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp,
bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden
kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi.
Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle
kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş,
bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını
çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin
bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor,
sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını
kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu
yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz
alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü,
yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara
dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi
parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu.
Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan
uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın
arkasından bir ses:
- Kimdir o?… diye
bağırdı.
Daldığı tatlı düşten
uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan
karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali…
Gölgeler yaklaştı. Bir
adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali… Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte
buralarda?
- Hiç…
- Nasıl hiç? Suya
çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar kent subaşısının
adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon
yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha
korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan
canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi
oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına
yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin
dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun
buralarda?
- Hiç…
- Nasıl hiç…
Koca Ali yine ses etmedi.
Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git,
dolaşma… dediler.
Geldiği
yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu
tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri
havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu.
Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu.
Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
-
Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.
İşine
yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…
İçeriden
kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da
bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden
ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak
musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş
yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak
uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
-
Kim o? diye haykırdı.
-
Aç çabuk.
Sabah
olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle
dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı.
Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının
dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı
gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı.
“Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
-
Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
-
Niçin?…
-
Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
-
Ee, bana ne?…
-
Onun için işte dükkânı arayacağız.
-
O hırsızlıktan bana ne?
-
Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin
içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
-
Bana ne?…
-
O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu
eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca
Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir
kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı
bekçi:
-
Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun?
dedi.
Koca
Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
-
Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler.
Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
-
Ay! İşte, işte…
Koca
Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir
deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha
ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı
köpürerek sordu:
-
Çaldığın paraları nereye sakladın?
-
Ben para çalmadım.
-
İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
-
Ya kim koydu?
-
Bilmiyorum.
Koca
Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece
geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün
kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası
da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı.
Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da
kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye
benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin
dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin
suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden
geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol
kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca
Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara
boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir
sesle:
-
Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu,
ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
-
Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan
giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak
böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz…
Koca
Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla
veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları
kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif
kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu,
Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü
burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç
vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu.
Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün
kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar
yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte
herkes onu seviyordu.
Sipahiler
onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük
zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde
son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık
yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama
sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
-
Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama
bir koşulum var.
-
Ne gibi? diye sordular.
-
Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan
hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…
-
Pekâlâ, pekâlâ…
Sipahiler,
Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye söylediler. O, önce
“kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:
-
Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu
yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada
“birisine gönül borcu duymak” acıların en büyüğüydü.
O
daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu
altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi
kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
-
Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen
özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı
Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına taktı.
Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç
durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak
tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set
yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona
yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki
saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona
kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına
kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur
çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri
dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun
getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor,
suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin
bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca
Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs
gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’ın ikide bir:
-
Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı
iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı.
Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe
divan durdu. Yine:
-
Kolunun diyetini ben verdim.
-
…
-
Şimdi çolak kalacaktın, ha…
-
…
-
Benim sayemde kolun var.
-
…
Hacı
Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun
yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi
çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim
tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin
parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen
çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor,
gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken,
müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir
şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip,
gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı
namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu
herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden
pek acı, ölümden pek ağırdı…
Hacı
Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden
mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere
asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine
“Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha
efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
“Ne
yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini
duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
-
Ne yapıyorsun be?…
Döndü.
Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
-
Bıçakları biliyorum, dedi.
-
Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?
Ses
çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan
baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
-
Ne bakıyorsun?
-
…
Koca
Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup
dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten
sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır
gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor,
şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir
hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı.
Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
-
Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi
çolak kalacaktın…
Koca
Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı.
Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma
kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan
kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı
Kasap’ın önüne:
-
Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin
kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun
bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.
İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.= Yaptığın
iyiliklerden karşılık bekleme; yaptığın iyilik boşa çıksa da kıymeti bilinmese
de sen iyilik yapmaya devam et. Bunu Yüce Allah görür. Bu davranışından ötürü
seni bu dünyada olmasa bile öbür dünyada mutlaka ödüllendirir. Hem de kat kat
fazlasıyla. Hacı Kasap’ın yaptıkları iyiliği sürekli tekrar etmesindedir.
İyilik yaptığını zannedip insanları hor görmesindedir.
Sabır acı ise de (acıdır)
meyvesi tatlıdır = Acı, yoksulluk, haksızlık gibi üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan
onların geçmesini bekleme erdemi gösteren ve direnen kişi, sonunda kârlı çıkar.
Çünkü Yüce Allah, sabredenlerle beraberdir; onları sabırları
karşılığında mutlaka mükâfatlandıracaktır. Hikayede belki Ali’nin kolu kesildi
ama yıllardır alışık olduğu özgürlüğüne kavuştu ve insanların boyunduruğu
altında yaşanmaya son verdirdi.